27 Temmuz 2013 Cumartesi

THE WOLVERINE'

 The Wolverine afiş

Dünyaca ünlü çizgi roman THE WOLVERINE'den uyarlanan filmde ebedi savaşçı Logan Japonya’da. Bu kez samuray çeliği sarsılmaz pençe ile çarpışıyor. Çünkü Logan kendisini sonsuza kadar değiştirecek destansı bir savaşta geçmişinden gelen gizemli biriyle karşılaşıyor.




Strike Back

 
"Strike Back" afiş


Strike Back uluslararası bir terörist örgütü durdurmak için İngiliz ordusuyla birlikte çalışan karizmatik eski bir Amerikan Özel Kuvvetleri ajanının hikayesini anlatan yüksek dozda aksiyon içeren bir dizi. Dizide 20. Bölüm diye bilinen çok gizli bir istihbarat biriminin iki üyesinin başından geçenlerin anlatılıyor. Bu üyeler terörizm karşıtı ekipte çalışan İngiliz çavuş Michael Stonebridge (Philip Winchester) ve Amerika’nın Irak işgalinden bir gün önce görevden alınan eski Amerikan ajanı Damien Scott (Sullivan Stapleton). Stonebridge, Scott ve 20. Bölüm’ün diğer üyeleri Latif isimli tehlikeli bir teröristin peşindedir. Latif ise küresel olarak ses getirecek büyük bir saldırı planlamaktadır.

26 Temmuz 2013 Cuma

POLONYA SİNEMASI



 
 
AZ BİLİNEN SİNEMALAR (III) POLONYA SİNEMASI


Polonya sineması da Filmsiteleri nde ! Full ve Hd olarak izle

Orta Avrupa’nın bu küçük ülkesinin büyük sinemasının tarihi, 1899’da, Polonya henüz Rus İmparatorluğunun bir parçası iken, Lódz kentinde ilk sinema salonunun açılmasıyla başlar. Aslına bakılırsa Varşova’da kısa belgeseller çekmiş olan Kazimierz Prószynski, “pleograph” adını verdiği kamerasının patentini Lumière Kardeşler’den de önce almıştır. Ülkenin diğer bir öncü sinemacısı da Lumière firmasında çalışan ilk film yapımcılardan, 1897’den itibaren Rus çarlarının resmi sinemacılığını yapan Boleslaw Matuszewski’dir. Polonya’da sinema endüstrisinin kuruluş tarihi ise Antoni Fertner’in çekmiş olduğu ilk kurmaca filmin vizyona girdiği 22 Kasım 1908 olarak kabul edilir. Birinci Dünya Savaşının başladığı yıllarda Polonya sineması bir yandan önemli edebiyat uyarlamaları, diğer yandan da farklı sinemasal denemelerle büyük bir gelişme kaydetmiştir. 1910’da Wladyslaw Starewicz sinema tarihini ilk animasyonlarında birini çeker ve Piekna Lukanida (Güzel Lukanida) filminde ilk kez stop motion tekniğini kullanır. İlhamını Polonya’nın grafik sanat geleneklerinden alan Polonya animasyon sineması, ileriki yıllarda büyük gelişme kaydedecek ve Jan Lenica ile Zbigniew Rybczynski (Oscar, 1983) gibi önemli sanatçılar yetiştirecektir. Savaş sırasında Polonya Sineması ülke sınırlarının dışına da taşar. Varşova ve Vilna’da çekilen filmler Almanca ara yazılarıyla Berlin’de gösterime girer, Almanya’da ün kazanan genç bir oyuncu, Pola Negri, önce Avrupa’da sonra da Amerika’da sessiz filmin ilk süperstarlarından biri olur.

Özgürlüğünü yeni kazanmış bir ulusun parasal ve toplumsal sorunlarla uğraştığı iki dünya savaşı arasındaki dönemde Polonya’da çoğu düşük bütçeli az sayıda film çekilir. Bu dönemin en dikkate değer filmlerinin Joseph Green'in Yidl mitn Fidl (1937) ve Michal Waszynski'nin Der Dibuk (1937) gibi, soykırım öncesi Avrupa Yahudilerinin enerjisini ve yaşam sevgisini yakalayan Yidiş kökenli filmler olması tarihsel bir kara mizah örneğidir.

Sinema ve Toplum İlişkisi

‘’Film yapmak uzaya astronot göndermek gibidir (Samuels, 1992: arka kapak)’’. der Fellini. Bir sanat olan sinema, zor olan birçok şeyi başaran bir yapıya da sahip olmuştur. Fellini yaptığı benzetme ile aslında bunu yinelemiştir. Toplumsal koşulların değişmesi, bizzat sinemayı da etkilemiştir. Griffith’in 1914 yılında yaptığı ‘Bir Ulus’un Doğuşu’ aslında sinemanın toplumu nasıl biçimlendirdiğini kanıtlayan ilk örneklerdendir. Amerikalılara ulus olma  bilincinin aşılanması amacıyla çekilen bir filmdir. Yine aynı döneme paralel olarak açılan ‘Nickeledeonlar’ın açılması da bunu destekler niteliktedir. Geniş yığınları ‘ulus’ olarak dizayn etme Holywood’un sürekli kullandığı bir yöntemdir. Devletin var olan yapısına uygun olarak yapılan ve ‘öteki’yi düşman olarak gösteren filmler ‘Bir Ulusun Doğuşu’ filminden beri devam etmektedir. Öteki tanımı ya da daha doğrusu ‘düşman’ tanımı değişse bile Hollywood sürekli bu argümanı kullanmaktadır. Filmlerde sürekli bir düşman karşımıza çıkmaktadır. Westernlerdeki kızılderelilere yapılan öteki bakışı daha sonra ise yer yer canavarlara, uzaylılara ya da bir dönem yoğun olarak kullanıldığı gibi siyahilere yönelik olarak yapılmaktadır.


Zararsız görünen pek çok Hollywood ‘hikayesinde’ kılık değiştirmiş toplumsal arzular, sıradanlıkları metaforik yüceltmeyle örtbas edilmiş korku ve kaygılar boy gösteriyor. Muhafazakar Hollywood sinemasında bolca rağbet edilen metaforik anlamlandırma biçimi, psikososyal gerilimleri yatıştırmaya yönelik bir boşalım mekanizması oluşturuyor. Öyle olunca örneğin Baba’nın erkeklerini bu kadar erkek yapanın ne olduğu, Şeytan’daki masum kız çocuğunun neden şeytanlaştığı, Jaws’daki köpekbalığının aslında kime ve neden dehşet saçtığı, Havaalanı ve Yangın Kulesi gibi felaket filmlerindeki felaketle birlikte nelerin savuşturulduğu, Kıyamet’te Vietnam’la nasıl hesaplaşıldığı, Rambo’nun neden şiddete doyamadığı üzerinde yeniden düşünmek gerekiyor (Ryan ve Kellner, 2010: arka kapak).


Hollywood filmlerinde karşımıza çıkan ‘canavarlar’ aslında ötekinin bir alegorisidir. Sinema ideoloji toplum ekseninde düşünecek olursak Holywood’da bunun birçok örneğini görmek mümkün olacaktır.

Toplumun yaşamının yansıtıldığı bir ayna görevi gören sinema, insanın kendini ve dünyayı anlamlandırma çabasını, arasındaki ilişkileri, varolan ekonomik ve sosyal düzeni resmetmektedir. Örneğin; 3. Dünya Sineması olarak tanımlanan sinema, dünya üzerindeki yoksul halk kesimlerinin söz söyleme alanı haline gelmiştir. Ülkemizde belgesel sinema alanında etkilerini görebileceğimiz bu durum toplumsal ilişkilerin şekillenmesine de bir katkıda bulunmaktadır. ‘Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’ adlı belgeselde bunu görmek mümkündür. Sinema halkların arasına koyulmaya çalışılan çeperleri kaldırıp onları birbirine yakınlaştırmak görevi de görmektedir. Bu anlamda önemli bir toplumsal işlevi yerine getirmektedir.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Tuhaf Denemeler


Tuhaf Denemeler

Tüm dünyada salonlarda görünen Edison’un Kinetoscopları bir kenara bırakılmalı mı? Ya Jean Acmé Leroy’un “Marvelous Cinematograph”ı? Şubat 1895’te Louis Aimé Augustin Le Prince’in teknik meslektaşı Jean Acme Leroy Clinton, New Jersey’de halk için ücretli olarak film gösterileri verdi. Ağustos 1895’te İngilizce mucit Birt Acres Londra’nın Kuzeyinde, Barnet’te halka açık film gösterileri yaptı. Max Skandanowski kardeşiyle birlikte 1 Kasım 1895’ten itibaren Berlin’de “Das Bioskop” filmlerini gösterdi. Acres’in asistanı Arthur Melbourne-Cooper ilk şovunu 18 Aralık 1895’te Büyük Britanya, North Mymms in Hertfordshire’da ücretli giriş yapan bir topluluğa izlettirdi. Bunlar sadece birkaçı.



1888’de Augustin Le Prince (1842-1900?) sinema filmleri çekebildi ve bunları perdede gösterime sundu. Edison’un yıllarca sinemanın mucidi olduğunu iddia etti. Onun bu alandaki katkıları tam manalarını açığa çıkarmak amacıyla Amerikan film tarihçisi Gordon Hendricks’in birkaç çalışmasında ele alındı. Birt Acres (1854-1918) 1892’den itibaren kendi “kinetic camera”sının daha iyi bir versiyonu olan “Kineopticon” üzerinde çalışmaktaydı.


Augustin Le Prince 1900’ lü yıllar


Prince’in kamerası. The Science Museum, London.

1892’de genç bir mühendis olan Léon Bouly başarılı bir “Cinématographe” dizayn etti. 1893’te ona geliştirilmiş bir versiyon olan “Cinématographe Bouly” için bir patent verildi. Bu alet hala durmaktadır ve Paris’te le Musée des Arts et Métiers’te sergilenmektedir.
Ancak ne yazık ki Bouly yıllık patent ücretlerini karşılayamadı. Fotoğraf malzemeleriyle ilgili uluslar arası bir teşebbüsün sahibi olan Antoine Lumiere, çalışma müdürü Carpentier’e Edison’un kinetoscopunu söktürdü. Bu durumda Lumiere süresi dolan patenti kaptı ve oğulları Auguste ve Louis’in adına da ‘Cinématographe Lumiere’ olarak bir patent aldı.

Lumiere “cinematographe” ismini bile ödünç aldı. İş dünyası o kadar acımasız ki! New York’ta French Daily Le Figaro’nun yurt dışı şubesinin yıllardır müdürlüğünü yapan Fransız muhabir Léo Sauvage film tarihinde en büyük umumi reklâm numaralarından birini açığa vuran sert bir kitap olan L’affaire Lumière’yi yazdı. Ancak, Lumiere tam zamanında karşılık verdi. Halkın ilgisini çekmişti. Bu insanlar şimdi büyük bir kitleye ulaştırılabilirdi. Böylece, yeni bir iş teşebbüsünün finansal-ekonomik gelişiminin temeli oluşturuldu.
İkinci probleme İngiliz Filminin Tarihi’nin ikinci bölümünde yazan İngiliz film tarihçisi Rachael Low tarafından değinilmektedir: “Birçok tuhaf ve başarısız denemeye teşebbüs edildi. Buna örnek olarak kendi teçhizatı ve personeliyle sipariş üzerine filmler yapmak için 1908’de kendisinin ‘sadece toptan satış ticaretinin yapımcıları’ olarak reklâmını yaptıran firma verilebilir.”

Bu da göstermektedir ki endüstrinin yeni bir kolunun gelişmesinde ekonomik ön ihtiyaçlarda yazarın yok denecek kadar az bir kavrayışı vardı. Bunun ilk başarısı ilk ürün ömür periyoduna (6 ila 8 yıllık devirsel bir periyot) dayanmaktadır: üretim, dağıtım ve pazarlamada uzmanlaşma. Aynısı yarım yüzyıl önce fotoğrafçılıkta ve yakın zamanlarda bilgisayar endüstrisinde meydana geldi.

Rachael Low’un hakkında yazı yazdığı firma, yukarıda adı geçen Arthur Melbourne-Cooper’ın (1874-1961) St. Albans’taki Alpha Trading Company idi. Acres’ten ayrıldıktan sonra Arthur yılda yüzlerce film yaptı ve bunları tüm dünyada sattı. Bunlar arasında Keystone Cop komedilerinin ilkleri ve çok önceki kukla animasyon filmleri vardı. Aynı dönemde Pathé, Gaumont, Biograph and Edison gibi büyük stüdyolar ortaya çıktı.
İki Tarih

Açıklanan problemleri sınıflandırmak için sinemanın doğuşunu iki bölüme ayırmak gerekir. Birincisi teknik ekonomik tarih ve ikincisi nihai ürün olarak “sinema filmi”nin tarihi.
Sinematografi teknolojisinin doğuş zamanını kesin olarak belirleyebiliriz. Bu tarih 1888’di. Ne kaydedildiği ve perdede sunulduğu sinemadan ziyade zoetropes ve praxinoscopes gibi Victorian optik oyuncaklarına veya fotoğrafçılık alanına çok daha fazla benzerlik göstermektedir.
 
1900’den itibaren nihai ürün olan sinemanın tarihine odaklanabiliriz. 
 
Bu ayrımı yapmak suretiyle bunun gerçekte tesadüfî bir gelişme meselesi olup olmadığını da belirleyebiliriz. Veya belirli bir model bulabilir miyiz?
Marey, Le Prince, Reynaud

1888 yılı niçin göze çarptı?
 
Mevcut sinematografinin temel teknolojisinin bir sonucu olarak meydana gelen üç olay patentlerde şart koşuldu.
1888’de Parc des Princes’te Académie de Médicines’in fizyoloji profesörü olan Étienne-Jules Marey araştırmasında kalp ve kan dolaşımındaki hareketleri kaydetmekte ihtiyaç duyduğu bir alet olan “Chronophotographe”ını gösterime sundu.

Aynı yıl Parisli Émile Reynaud’a Paris’te Musée Grévin’de büyük bir başarıyla teşhir edilen, çekilen canlı resimlerinin görsel şeritlerde deliklerin kullanımı için bir patent verildi.
1888 ayrıca Le Prince’nin ilk başarılı denemelerini yaptığı ve bir cinematographic diorama’da birinci olmaya istekli olduğundan icadını geliştirmek için daha fazla finansal sermaye peşinden koştuğu yıldır. Ancak başarılı olamadı. Ailesini iflasın utancından kurtarmak için hiçbir iz bırakmaksızın Fransa’dan kayboldu. Muhtemelen Foreign Legion’da (özellikle Fransız ordusunda yabancılardan oluşan alay) askere alındı.
Marey 1878’lerde Eadweard Muybridge’nin Fransız salonlarında tırıs giden atları ve yürüyen çıplak modelleri sergilediği gösterilerinden oldukça etkilenmişti. Bu gösteri Augustin Le Prince’i ve Paris’te sanat akademisinde çalışan İngiliz Birt Acres’i de uyandırmıştı. Filmsiteleri olarak görevimiz online olarak full ve hd bir hizmet sunmak.
__________________________________________________________________________________________

Spartacus

Howard Fast’ın aynı adlı romanın uyarlanan Stanley Kubrick imzalı bu eşsiz drama Roma tarihindeki üçüncü ve en kanlı köle ayaklanmasının destansı öyküsünü perdeye yansıtıyordu. Kubrick’in eşsiz sinematografik dili ise bu filme hiç yansımaz. Zira film ilk önce Anthony Mann tarafından yönetiliyordu. Ancak Mann kısa süre içinde kovulunca filmin hem başrolünü hem de yapımcılığını üstlenen Kirk Douglas Kubrick’i filmin yönetmenliği için davet eder. Spartacus Kubrick’in yönettiği ilk büyük bütçeli film olmakla birlikte sahiplenmediği tek filmidir de. Filmin yapım aşamalarından hiç birinde Kubrick söz söylememiş ve karakteristik sinema dilini perdeye yansıtamamıştır. Kubrick’in yönetmenliğine rağmen film tam anlamıyla bir Kirk Douglas filmidir.

 

Kirk Douglas’la Kubrick’in Paths of Glory’de başlayan dostukları Spartacus ile bitmiştir. Ancak dört Oscar’lı Spartacüs filmi Kubrick’in büyük yönetmen olarak anılmasını sağlamış ve rijit Hollywood sanat çevreleri tarafından kabul görmesini sağlamıştır. Film 60’lı yılların hareketliliği arasından ABD’li sanat çevreleri ve eleştirmenler tarafından Komünist propagandası olmakla suçlanır. Yönetmeni, yapımcısı ve oyuncuları ile sol duyarlılığa sahip bir film olması yanında anlatılan öykü Spartaküs olunca başka bir şey olamayacağı açıktır. Eski bir general olup, köle olarak satın alındıktan sonra gladyatör olarak kullanılan Spartaküs, arenalarda hakkı yenen yüzlerce köleyi örgütleyerek Roma cumhuriyetine karşı büyük bir ayaklanma başlatmıştır. Film o kadar çok dramatik efsaneyi yaratmıştır ki bugün dahi sinema ve televizyon da Spartacus’e göndermeler yapılmakta ve efsane yaşamaktadır.

Helen of Troy 

Truvalılar ile Spartalılar arasındaki savaşın destansı öyküsü batılı tarihçilerin her zaman ilgisini çekmiştir. Homeros’un tarihi lirik eseri İlyada’da anlatılan bu öyküye göre Helen ve Paris arasındaki tutkulu yasak aşk Helen’in kocasının bu ilişkiyi öğrenmesiyle tam bir trajediye döner. Menelaus, karısını elinden çalan Paris’in şehri olan Truva’ya tarihin gördüğü en büyük askeri çıkarmalardan birisini gerçekleştirir. Şehir tarumar edilir ve Helen’in aşağıladığı Sparta onuru yenilenir. İlyada’da yer alan öyküye kıyasla daha dramatize edilmiş ve onlarca yıllık Sparta-Truva sömürge/egemenlik savaşını göz ardı edip olayı aşka indirgeyen yapım yine de izleyiciye keyifli anlar ve eğitici dakikalar yaşatıyor.

Helen’in mitolojik güzelliği ve Truva’dan gelen Paris’in onursuzca davranışları alt metinde eleştiriliyor. Paris, Truva ve aslında İyonya(Anadolu)’nın Sparta ve aslında Helenistan medeniyetindeki aşağı konumunu simgeliyor. Filmde ve Homerosun destanında tasvir edilern güzelliğin ve Paris’in düştüğü hatadan kaynaklanan savaşın getirdiği uğursuzluğun nedenselliği üzerinde durulmuyor. Bu nokta biraz izleyiciye bırakılıyor. Ancak alt metinde kast edilenin Yunan medeniyeti karşısında doğulu olan bir toplumun gafleti olduğu çok açıktır. Truva doğulu olması nedeniyle zaten baştan kaybetmiştir. Doğulu/Batılı kavgasının en destansı ifadesi olan Truva savaşının bu ilk epik uyarlaması olan “Helen of Troy” filmi bütün önyargılı bakış açısına rağmen izlenmeye değer.

Fimlsiteleri gururla sunar. Bu dizi-filmleri online olarak sitemizden full ve hd olarak izleyin.
Film hakkında bir ayrıntı detay daha filmde Helen rolünü oynayan Rossana Podesta’nın küçük yardımcısı Andraste rolünde genç Brigitte Bardot’uyu görmek de bir hayli heyecan verici. Bardot kariyerinin başlarında gözlendiği bu filmde küçük bir rol kapmış ve perdede kendi aksini gözlemleyebilmiştir. Bardot daha sonra dünyanın büyük bir ilgisine mazhar olacak, sinemada kadın cinselliğinin tanrısal bir ifadesi olacaktır. Filmde ve Homores’un İlyada’sınndaki Helen’in büyüleyici güzelliği yanında Bardot bir hizmetçi kız rolüyle de olsa kendisini hissettirmeyi bilmiştir.